17 Şubat 2011

Aysel’in mavi çaydanlığı

Doksanlar çocuklarının kartonet kokularını ciğerlerine çeke çeke ismini ve sözlerini ezberledikleri, Türk popunun her bahçesindeki kuyunun dibinde bir taşı bulunan bir deliydi Aysel Gürel. Her biri müziğin ayrı bir irtifasında süzülen Asya, Yonca Evcimik, Nükhet Duru, Ayşegül Aldinç, Jale, Demet Sağıroğlu, Ozan Orhon, Samra Sökmen, Tayfun, Aylin Livaneli, Nil Burak, Zerrin Özer, Niran Ünsal, Aydın, Nilüfer, Sezen Aksu, Reyhan Karaca, Bora Gencer, Rüya Ersavcı, Selda Bağcan, Nalan, Sertab Erener gibi isimlerin ağzından uçurduğu kelimelerin de ötesinde artık. Elinde Sex On The Beach, sırtında Dolce Gabbana, kanında bilmem hangi kimyasal ile dans pistlerinde tepin tepin tepinen ADSL jenerasyonunun tahayyül edemeyeceği türlü türlü meşakkat ile dolu bir yaşamın altından kalkıp kendi kurduğu hayatının düdüğünü kendi eline alarak dilediği gibi öttürebilmiş bir hatundu o. İki çıstak eşliğinde birkaç dans figürü sergileyenin “yerli Madonna” ilan edildiği bu memlekette cinsiyetinin ve yaşının sözüm ona gereklerini, sağın solun dayatmalarını ağzında sakız diye çiğneyip kafasına uçuk pembe peruk yapacak kıvamda bir kadındı. Gezegenin tüm Madonnaları gelsinler, bir de bu Havva kızının yoluna koyulmaya cesaret etsinler, edebileceklerse eğer. Kadın olmanın, dul olmanın, kız anası olmanın, özgür ve kendi gibi olmak istemenin mağlubiyete davet olduğu bu diyarlarda California Madonnalığı adamın canını kurtarmaya yetmez zira. Şöhret heveslisi çocuklar muratlarına ersin diye Garo Mafyan bestelerine söz yazmaktan öte marifetleri olan öyle bir insandı o giden.

Firuze. Ünzile. Kızlar. Böyle bir ananın öksüzlerisiniz.

Firuze. Yitip giden güzelliğinden başka bir nedenin daha var ağlamak için.

Ünzile. Bir cesaret git bak köyün en son çitinin ardına. Bu dünyanın bittiği yerde ananın dünyası başlar.

Birdenbire gidivereceğiz yanına
Aysel’in önce kalbi şaşıracak
Sonra o şen şakrak sesi

Ne güzel olacak
Bilsek ne güzel
Çıldıracak Aysel bizi görünce

Önce geçen onca zamanı anlatacak bize
Sonra geçip aynaya süslenecek
Sobada mavi bir çaydanlıkla
Bize sıcak bir çay demleyecek

Sehpasında küçük mumlar
Tablasında kokulu otlar
Aysel soracak
“Anlatın, nasıldı oralar?
Beni unutmadınız ya?”

Birdenbire gidivereceğiz yanına
O pembe saçları nasıl da uzamış olacak
Ne güzel olacak Aysel
Bilsek ne güzel


Söz: Aysel Gürel
Müzik + Düzenleme: Timur Selçuk

12 Aralık 2010

La fa la sol” bunun neresinde?

Zaman geçiyor, şarkılar kalıyor, bazı şarkıların sır perdesi ise bir türlü aralanmıyor. İlk olarak Kayahan’ın Odalarda Işıksızım adlı albümünde yer alan, ardından aynı yıl Nilüfer’in de Yine Yeni Yeniden adlı albümünde seslendirdiği Beni Anlamadın Ya adlı Kayahan şarkısı böyle ketum şarkılardan biri. Bu şarkıdaki “la fa la sol” hikayesini anlamadım ya, işte ben buna yanıyorum.

Şöyle ki: Şarkının Kayahan versiyonunda Kayahan’ın ağzı şarkının sözü edilen kısmında “la fa la sol” derken bu hecelere isabet eden müzik cümleciğine baktığımızda karşımıza “si | sol diyez - mi | si | la” çıkıyor. Aynı şekilde şarkının Nilüfer versiyonunda şarkının sözleri Nilüfer’e “la fa la sol” dedirtirken Nilüfer’in ses telleri şarkının bestesinin emriyle “sol diyez | fa - do diyez | sol diyez | fa diyez” diye titriyor. Böylelikle şarkının her iki yorumunda da şarkının kilit noktasında başka hiçbir şarkının sözleri ile bestesi arasında görülmemiş türde bir uyumsuzluk sergilenmiş oluyor. Sonra gelsin günün sorusu: “La fa la sol” bunun neresinde?

Kayahan ve Nilüfer’i şu günlerde artık hangi kudret yan yana getirip ortak müşterekte buluşturacakmış, şaşarım. Lakin şarkıyı Kayahan 2 ses pesten, Nilüfer ise 1 ses tizden söyleseydi her ikisi de aynı noktada buluşmuş olacak ve bu noktada her ikisinin de dudaklarının arasından “la | fa diyez - re | la | sol” süzülecekti. Bu durumda tüm bu telaşa gerek kalmamış olacak olması da cabası. Nitekim ağızlarından çıkan “la fa la sol” hecelerine en yakın müzik cümleciği bu. Zira şarkının ilgili kısmına bire bir “la | fa | la | sol” cümleciğinin oturtulabilmesi için şarkının yeni baştan inşa edilmesi gerekirdi.

Kayahan bu şarkıyı “odalarda ışıksız” iken mi yazmıştı? “La fa la sol” kısmında sözlerin ve bestenin kelimenin tam manasıyla başka başka tellerden çalmasının sebebi bu olabilir miydi? Şimdi sırf bizim gönlümüz olsun diye Kayahan bu şarkıyı baştan yazar mı ki? Bu zahmete katlanır mı ki? Bunlar bu bahsin karanlık noktaları. Neyse ki, alternatif bir çözüm de mevcut: Şarkıyı Kayahansi sol si la”, Nilüfer de “sol fa sol fa” şeklinde “yine yeni yeniden” söylesin, anlaşalım, efendi gibi yakalarından düşelim. Sonra rüzgarın sesi sokakları kamçılasın, yağmur öncesi gözlerimiz de artık yansın varsın.


Söz + Müzik: Kayahan
Düzenleme: İskender Paydaş


Söz + Müzik: Kayahan
Düzenleme: İskender Paydaş

07 Kasım 2010

Anonim bilmece

Yonca Evcimik’in Tatlı Kaçık adlı şarkısını ilk duyduğumda burnuma dolan o buram buram Orta Doğu kokusu beni çok şaşırtmıştı. Zira Yonca Evcimik o tarihe kadar ağırlıklı olarak Avrupa pazarına yönelik şarkılar üretmiş, en azından her fırsatta asıl yapmak istediğinin bu olduğunu dile getirmiş, hatta birkaç yıl öncesinde gerçekten de Amsterdam’daki dans pistlerini sallamıştı. Lakin 1998 yazının o sıcak günlerinde karşıma çıkıveren Deniz Akel imzalı yepyeni klibinde Yonca Evcimik o zamana kadarki şarkıcılık kariyerinin oryantal motifler bakımından en zengin şarkısını seslendirmekte, şarkıcılık çizgisini böylelikle ilk defa Ankara’nın doğusundaki bir yerlere doğru çekmekte ve şarkının o şakkıdı şakkıdı gümbür gümbür ritmi eşliğinde bir yandan göbek dansındaki hünerlerini sergilerken diğer yandan da beni o küçük yaşımda şerefine içmeye davet etmekteydi. Onu bambaşka bir kadına dönüştüren o uzun kahverengi saçları, mavi lensleri ve daha sonra pek bir revaçta olacak olan Bahar Korçan etiketli eteğiyle de beni gafil avlamış olması yetmiyormuşcasına.

Tatlı Kaçık adlı şarkıyı ihtiva eden Yonca Evcimik albümü Günaha Davet elime geçtiğinde ise şaşkınlığım bir kat daha arttı. Albümün kartonetinde bu adaptasyon şarkının künyesi Orta Doğu’nun yakınından bile geçmemekte, besteci hanesindeki “Rus anonim” ibaresi şarkının kaynağı ile ilgili tüm tahminlerimi acı bir kesinlikle boşa çıkarmaktaydı. Bir süre sonra şarkının hikayesini anlatması istendiğinde Yonca Evcimik şarkının orijinal bestesini o yılın ilk günlerinde yılbaşı tatili için gittiği Moskova’da keşfettiğini, orada izlediği bir oryantal dansçının bu besteyi dans müziği olarak kullandığını söyleyecek ve tüm bilmiş itirazlarımı o küçük ukala ağzıma tıkıverecekti.

İnat ve dirayet hususunda Yonca Evcimik’ten aşağı kalır bir yanım olmadığı için ben de feleğime kolay kolay küsemezdim billahi. Karşısına çıkan her adaptasyon şarkının orijinaliyle de tanışmaya dair gizli bir ant içmiş olan beni paçalarımdan tutup Orta Doğu çöllerine doğru çeken bu şarkının kökünü içinde bulunduğu albümün kartoneti sıcak iklimlerden çok uzaklarda, Rusya’da aramamı salık veriyordu. Fakat yıllar boyunca her dinleyişimde şarkıyı evire çevire incelesem de bestesinin hiçbir tarafını Rus müziğine benzetemeyecek, inanmaz gözlerle çalımına ve işvesine önce bir sağdan, sonra bir de soldan baktığım o oynak bestenin nasıl olup da o buz tutmuş Rus topraklarında peydahlanmış olabileceğine akıl sır erdiremeyecektim. Yaptığı bestenin altına imzasını atmaya üşenen o Rus bestecinin peşine düşmek de ne mümkündü. Bilmeceyi tersinden çözebilmek umuduyla son bir çare olarak Rusya kaynaklı şarkılarda bu besteden esintiler aramaya koyulsam da bu çabalarım da sonuçsuz kalacak, sahipsiz besteler tanrısı ısrarla sesimi duymayacak, durum böyle olunca karşıma tek bir ipucu dahi çıkmayacaktı.

Çıkamazdı da zaten, çünkü gözlerimi yanlış iklimlerde yanlış topraklar üzerinde gezdiriyormuşum meğer. Nitekim bu esrarengiz besteye kaynaklık etmiş olma potansiyeli taşıyan bir şarkı soğuk Rusya steplerinden değil, güneşe ve sıcak denizlere doymuş Lübnan topraklarından çıkıp geldi. Saçı başı ve şarkılarıyla bizim Kader adlı şarkıcımızın bir muadili olduğunu hayal edebildiğim Pascale Machaalani adlı bir şarkıcının 1994 tarihli Banadi adlı albümünde yer alan Baladina adlı şarkısı hem bestesi hem düzenlemesi hem de yayımlanma tarihiyle Tatlı Kaçık’ın orijinal versiyonu olma ihtimali epey yüksek olan bir Orta Doğu hiti. Bu bilmeceyi bu bilgilerin ışığında tam bir kesinlikle çözmek yine de mümkün değil, zira Yonca Evcimik’in Moskova’da izlediği dansözün Baladina’nın Rusya’da üretilmiş bir versiyonu eşliğinde arz-ı endam etmiş olması da imkan dahilinde. Aynı şekilde Yonca Evcimik’in Moskova’da keşfettiğini belirttiği o “Rus anonim” bestenin 2500 km uzaklıktaki Lübnan müzik pazarında Baladina adlı şarkı olarak tezahür etmiş olması da pekala mümkün. Öte yandan Tatlı Kaçık’ın Kıvanch K imzalı o kıvrak düzenlemesi ile Baladina’nın eşit derecede Orta Doğu aroması taşıyan o oynak mı oynak düzenlemesi arasındaki benzerlikler Yonca Evcimik’in söz konusu besteyi Pascale Machaalani versiyonuyla keşfettiği ihtimalini güçlendiriyor. Bize de şimdi bu bilmecenin şerefine hadi hoppa içmek düşüyor olsa gerek.


Söz: Sezen Aksu
Müzik: Rus anonim
Düzenleme: Kıvanch K


17 Ekim 2010

Bir Başka Gece

Türkiye’nin ilk özel televizyon kanalı Magic Box’ın memleket semalarında deneme yayınıyla salınmaya başladığı, yurt sathındaki köy, kasaba ve şehir manzaralarına çanak antenlerle dolu balkonların ve çatıların eklendiği, televizyonculuğun devlet tekelinden kurtulmasının ise artık an meselesi olduğu o günlerde TRT’nin 1990-1991 yeni yayın dönemine can havliyle yetiştirdiği bir yapımdı Bir Başka Gece. 5 Ekim 1990 tarihli o cuma akşamında saatler 21.00’ı gösterdiğinde TRT’nin birinci kanalında yayın hayatına başlayan Bir Başka Gece o an itibariyle eli kulağında olan bir başka devrin de habercisiydi. Magic Box’ın hemen ertesi gün deneme yayınına son verip ismini de Star1 olarak değiştirerek resmen yayına başlamasıyla doksanlı yılların o çılgın ilk yarısının kırmızı kurdelesi kesilmiş oldu.

Yapımcılığını Türker İnanoğlu’ya ait olan Ulusal Radyo Televizyon kurumu adına Faruk Bayhan’ın üstlendiği ve bölüm başına maliyeti o zamanın parasıyla 100 milyon TL olarak açıklanan Bir Başka Gece ile TRT kendi ekranında ilk defa kurum dışında hazırlanmış bir eğlence programına yer veriyor ve böylelikle kendi çapında bir devrim yaşıyordu. Yapımın genel yayın yönetmeni olan Çetin Çeki aynı zamanda programın sunucularından biriydi ve ona o dönemin pek popüler dizisi Geçmiş Bahar Mimozaları’nın yıldız oyuncusu Ceylan Palay eşlik etmekteydi. Bir Başka Gece stüdyolarından daha sonra sunuculuklarıyla Çiğdem Tunç, Ceylan Saner, Sibel Tan, Alev Baymur, Ebru Cündübeyoğlu, Özlem Dinçer gibi isimler de geçecek ve Bir Başka Gece ekranın en çok sunucu eskiten programlarından biri olacaktı.

Cuma gecelerine “Bu gece, bu gece bir başka gece” nidalarıyla yüklü jeneriğiyle ayak basan Bir Başka Gece zengin içeriğiyle hem bu iddiasının arkasında duruyor hem de isminin hakkını veriyordu. Doksanlı yılların o yeni yeni aydınlanmaya başlamış günlerinde Necef Uğurlu ve Kandemir Konduk imzalı skeçler, Cenk Koray’ın sunduğu yarışmalar, Hıncal Uluç’un hazırladığı spor bölümü, İzzet Öz’ün seçtiği yabancı klipler, Halit Kıvanç’ın Hadi Anlat Bakalım’ı, çocukların dönemin şarkıcılarını canlandırdığı taklit yarışması, Çetin Çeki ve Yasemin Bozkurt’un her hafta başka konuklarla gerçekleştirdiği ve adı henüz “talk show” olmamış sohbetleri, moda haberleri, kamera şakaları ve aktüalite köşesiyle Bir Başka Gece o koca onyılın geri kalanında ekranda olup biteceklerin daha o günlerde hazırlanmış bir özetiydi adeta.

Bir Başka Gece’nin müziğe ayrılan dakikaları ise bu cafcaflı TRT programının hem televizyon izleyicisine hem de dönemin müzik piyasasına en büyük kıyağı oldu. 1990 sonbaharı itibariyle TRT kanallarının sayısı beşe ulaşmış olsa da böylesine donanımlı bir yapım ilk defa ekrana geliyor, bunun bir sonucu olarak yayın saati geldiğinde ülke çapındaki hanelerde gözler Bir Başka Gece’ye çevriliyor, cuma gecelerinin sonradan daha da kıymetlenecek olan bu “prime time” kuşağında böylelikle müzik üreticisi Bir Başka Gece sayesinde dönemin hemen her şeyi satın alıp dinlemeye hazır müzik tüketicisini avcunun içine alıveriyordu.

Bir Başka Gece’nin ilk dönemlerinin müzik içeriği her müzik zevkine hitap etmek amacıyla hemen her hafta bir adet türkücü, bir adet sanat müziği icracısı ve bir adet hafif müzik yorumcusunu bir araya getirmişti. Lakin Türk pop müziğinin 1991’den sonraki hareketliliği Bir Başka Gece’nin bu politikasını adı artık “popçu” olmuş şarkıcıların lehine olacak bir biçimde yeniden şekillendirdi. TRT tekelinin kırıldığı, özel televizyon kanallarının bir bir ekrana teşrif ettiği o geçiş döneminde devrin Türk pop müziğinin yıldızları ve yıldız adayları için Bir Başka Gece bu yüzden altın değerindeydi. Gazetelerin televizyon sayfalarını “Bu akşam falanca şarkıcı yeni şarkılarını Bir Başka Gece’de görücüye çıkarıyor.” şeklinde manşetler süslüyor ve bu cümlenin öznesi Aşkın Nur Yengi, Yonca Evcimik, Nilüfer, Hakan Peker, Sezen Aksu, Emel Müftüoğlu, Ajda Pekkan gibi şarkıcılardan herhangi biri olabiliyordu. Bir Başka Gece’de o akşam gerçekten de bu isimlerin yepyeni albümlerinden taptaze şarkıların sıfır kilometre klipleri yayımlanıyor, şarkıcı ve yapımcıların hesapladığı gibi programı hemen herkes izliyor, böylece yeni albüm haberi bir gecede tüm Türkiye’ye yayılmış oluyordu.

Zamane şarkıcılarının son model şarkılarını o akşamlarda Bir Başka Gece’ye taşıyan kliplerin yaratıcılarından biri programın yönetmenlerinden Samim Değer’di. Müziğin artık sadece müzik için değil, pazarlanmak için de üretildiğinin keşfedildiği o zamanlarda Bir Başka Gece’ye çıkma ayrıcalığına erişmiş şarkıcıların ürünlerini ekranın hayali tezgahına dizen eldi Samim Değer bir anlamda. Bir Erol Atar karesinden fırlamış gibi duran assolist görünümlü şarkıcıların dumanlar içinde yuvarlak bir platformun üzerinde dikildiği klipler de, Yonca Evcimik’e 1994’te şarkıcılık kariyerinin ikinci baharını yaşatmış olan 8.15 Vapuru adlı şarkının rengarenk klibi de Samim Değer imzalıydı. Ulusal Radyo Televizyon kurumu kapsamında ve Bir Başka Gece için hazırladığı kliplerde Samim Değer her şarkıcıya hak ettiği muameleyi yapmış ve Türk pop müziğinin televizyon ekranındaki yansımasını seksenli yıllardaki hantallığından arındırıp doksanlı yılların dinamizmine taşıyan isimlerden biri olmuştu. Bu yönüyle Bir Başka Gece’yi Bir Başka Gece yapanlardan ve doksanların Türk pop müziğinin fitilini ateşleyenlerden olan Samim Değer 2004’te vefat ettiğinde arkasında bıraktığı tek marifeti Müjde Ar’ın eski kocası ve Aysel Gürel’in eski damadı olmak değildi.

1991’in son günlerinde Teleon’un yayına başlaması, bunu ülkenin diğer yeni özel televizyon kanalları Show TV, Kanal 6, HBB ve atv’nin takip etmesi, böylece ekrandaki TRT tekelinin geri dönüşü olmayan bir şekilde ortadan kalkması sonucu Bir Başka Gece her cuma akşamı karşısında bulmaya alıştığı izleyicilerini yavaş yavaş kaybetmeye başladı. Zira kendisine televizyonda eğlence arayanlar artık ne cuma akşamına muhtaçtı ne de Bir Başka Gece’ye. Televizyonun yeni ekranlarında klip yayımlayan programların türemesi, Bir Başka Gece için yarattığı formatla Ulusal Radyo Televizyon kurumunun önce Kanal 6’ya İşte Müzik İşte Eğlence ve sonra atv’ye Felekten Bir Gece adlı Bir Başka Gece benzeri yapımları hazırlaması, tüm bunlara ek olarak bir de özel radyoların kurulup müziğin televizyonlardan radyolara taşmasıyla Bir Başka Gece müzik konusundaki vazgeçilmezliğinden de olarak önce televizyon izleyicisinin gözündeki biricikliğini yitirdi, ardından ekrandaki yerini. Nitekim 12 Ocak 1996’da altıncı yaşından gün aldığı o günlerde Bir Başka Gece son kez ekrana geldi ve o akşam doksanlı yıllardaki yayın hayatını tamamlamış oldu.

Bir Başka Gece’nin 270. ve son bölümünde yapımla ilgili görüşlerine yer verilen isimlerden biri Yonca Evcimik’ti. Abone adlı ilk albümü piyasaya çıkalı henüz birkaç ay olmuşken şarkılarıyla 6 Aralık 1991 tarihli Bir Başka Gece’de ilk ekran tecrübelerinden birini yaşayan ve bu yapımı takip eden albümlerinin şarkılarını da ilk olarak Bir Başka Gece ekranından duyuran Yonca Evcimik son kez konuk olduğu Bir Başka Gece’ye şu sözlerle veda ediyordu: “Bir Başka Gece bence Türk televizyonlarının amacına uygun tek eğlence programıydı ve çok başarılıydı. Beş yıldan fazla bir süre boyunca yayımlanmış olması bunu gösteriyor zaten. Bir Başka Gece’nin benim hayatımda çok özel bir yeri var. İlk albümüm Abone’nin klipleri Bir Başka Gece tarafından çekilmiş ve defalarca yayımlanmıştı. Bana çok destek olmuştu Bir Başka Gece. Bu ekibin bundan sonra da başarılı olacağına inanıyorum.

Bir Başka Gece bu bölümüyle son bir kez bir doksanlı yıllar cumasını daha şenlendirdikten sonra televizyon izleyicisinin huzurlarından ayrıldı. Doksanlar fırtınasının ardından 2002’de bir umutla ekrana geri dönse de Bir Başka Gece yeni milenyumdaki formatıyla o eski ihtişamına yaklaşamadı bile. Zira televizyonun müzik ve eğlenceden geçilmez olduğu o curcunalı devre Bir Başka Gece’nin katabileceği bir renk, vadedebileceği bir yenilik yoktu artık. Bir süre sonra hiç kimseyi şaşırtmayarak geldiği gibi gitti ve Bir Başka Gece akıllarda doksanlı yıllardaki haliyle kaldı. O yılların sanki daha bir karanlık geçmiş, sanki daha bir uzun sürmüş gecelerinin dermanı Bir Başka Gece olarak.

10 Ekim 2010

Müzik Dergisi

1993-1994 dönemine ait cumartesi akşamüstü vakitlerini bugün bile böylesine berrak bir şekilde hatırlayabilmemin sebebidir Müzik Dergisi. Doksanların o naif yıllarında Kanal 6’da yayımlanan bu program beni haftanın o saatlerinde televizyonun karşısına çiviler, artık ellerime sığmaz olmuş kartonetlerin içinden bir çırpıda geçirip albümlerin ötesindeki aleme taşır, şarkıların ve şarkıcıların sırlarına erdirirdi. O dünyayı merak etmemişlerin, kartonet kokusuna aşina olmayanların ve bir albümü şarkıları kadar kartonetiyle de sevenlerden olmamışların bir hafta sonu eğlencesi deyip geçivereceği Müzik Dergisi’ne o günlerdeki teslimiyetim bundan olsa gerek. Yıllar öncesinin o zaman dilimlerinin zihnime yüksek çözünürlüklü hatıralar olarak kazınmış olması da.

Müzik Dergisi’nin ismini ilk olarak 1993 sonbaharında Kanal 6’nın yeni yayın dönemi tanıtımlarında duymuştum. Birkaç yıllık geçmişine rağmen artık semirdiği anlaşılan Kanal 6 bu görüntülerde Orhan Gencebay, Sibel Can, Bülent Ersoy, Kayahan, Ajda Pekkan ve Sezen Aksu gibi memleketin yıldız şarkıcılarına hazırlattığı Süper Saat adlı bir dizi programın yanına bir başka müzik programı daha koyduğunu ilan ediyordu. Televizyon izleyicilerinin gün boyu maruz kaldığı bu şaşaalı tanıtımlarda Müzik Dergisi adlı bu yeni programın Türkiye’nin müzik gündemini televizyon ekranına taşıyacağı iddia ediliyor, bir dergiden nasıl bir televizyon programı olabileceğini ise benim aklım bir türlü almıyordu.

Yeni yayın dönemiyle birlikte Müzik Dergisi de sonunda ekrandaydı. Programın sunucusu o döneme ait albüm posterlerinin ve dev bir kaset maketinin süslediği rengarenk bir stüdyoda dolanırken benim de gözüm Şafak Karaman adlı bu adamı bir yerden ısırmaktaydı.

Nitekim Müzik Dergisi Şafak Karaman’ın ilk televizyon tecrübesi değildi. Bugünkü adıyla Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon ve Sinema Bölümü’nden mezun olur olmaz Şafak Karaman ekranda ilk olarak 1989’da Gençler Üretiyor adlı program ile yer almıştı. O yıllarda henüz TRT tekelinde olan beyaz camın ikinci kanalında yayımlanan ve genç yeteneklere yer veren bu Saip Ertem yapımı Şafak Karaman’ı üniversite kampüsünden almış ve televizyon stüdyolarına getirmişti. Şafak Karaman’ın bunu takip eden ikinci televizyon tecrübesi ise 1990 tarihli Gençlerle adlı programdı. Genç yetenekler ve o zamanların tabiriyle “dış kaynaklı müzik” konulu bu yapım kendine yine TRT’nin ikinci kanalında yer bulmuştu.

Şafak Karaman’ı bir kez daha ekrana taşıyan ve Şafak Karaman’ın kariyerinin şekillenmesinde en büyük etkisi olan televizyon programı ise Yepyeniler ’90 adlı yapımdı. Yapımcılığını ve yönetmenliğini Ertuğrul Solakoğlu’nun üstlendiği 1990 tarihli bu program ülkenin televizyonculuk anlayışının hızla değişmekte olduğunun da bir işaretiydi. Bu program için dönemin yeni ve popüler şarkıları TRT izleyicisinin aşina olmadığı bir tarzda kliplendirilmiş ve bu yepyeni içerikle program perşembe akşamları TRT’nin birinci kanalını şenlendirmişti. Yepyeniler ’90 aynı zamanda ekranların sponsor destekli ilk müzik programıydı. Fruko Tamek’in Yedigün’ün 1990 yazındaki satışlarını desteklemek amacıyla sponsor olduğu bu program o dönemin en çok ses getiren yapımlarından biri olmuştu.

Çok başarılı geçen bir yaz döneminin ardından Fruko Tamek soğuk içeceklere olan talebin sonbaharın gelmesiyle birlikte azalmasını sebep göstererek programdan sponsor desteğini çekti ve Yepyeniler ’90 1990 sonbaharında ekrana veda etti. Fruko Tamek’in 1991’in bahar aylarında yapıma yeniden sponsor olacağı ve programın 1991’de yoluna devam edeceği duyurulduysa da Yepyeniler ’91 diye bir program hiç olmadı. Bunun bir sonucu olarak Şafak Karaman da ekranlardan uzak kaldı ve bu süre boyunca Milliyet’in müzik sayfasında Şafak Vakti adlı köşesindeki yerli ve yabancı müziğe dair eleştiri yazılarıyla yer aldı.

1993’te Kanal 6 ekranlarında yayın hayatına başlayan Müzik Dergisi Şafak Karaman’ın televizyon geçmişini doksanların o en bereketli ve curcunalı günlerine bağladı. Lakin Yepyeniler ’90 adlı programın ardından geçen o kısacık zamanda köprünün altından çok sular akmıştı. Artık “hafif müzik sanatçısı” yoktu, “popçu” vardı. Sayıları her gün artmakta olan şarkıcılara paralel olarak televizyon kanalları da çoğalmıştı. Yeni şarkıcıların ve onların yepyeni şarkılarının pazarlanabilmesi için televizyonun bu yeni ekranlarında çeşit çeşit eğlence programının peydahlandığı bir devirdi bu. Yeni albümleri piyasaya düşen şarkıcıların ilk önce Çok Özel ve Top Secret gibi kim kiminle nerede ne yapmış temalı yapımlara malzeme olduğu bir devir. Şarkı ve şarkıcıların Türkiye’nin her yerinden 1 dakikası 5833 TL olan 900’lü hatlar aracılığıyla yarıştırıldığı, şarkı ve şarkıcılar hakkında ise başka da bir lafın edilmediği Top 20 ve türevi programların o altın devri. Elindeki kartonetler ve kafasındaki sorularla ekran başında bekleşenin de beklediğiyle kaldığı böyle bir tantananın ortasında meraklısına başka hiçbir programın vadetmediği bir içerikle teşrif etti ekrana Müzik Dergisi. Müzik dergisinden televizyon programı olur muymuş, olursa nasıl olurmuş gibi sorularımı da bir güzel cevaplayarak.

Şafak Karaman’ın hazırlayıp sunduğu, yapımcılığını ve yönetmenliğini ise Alparslan Bozkurt’un üstlendiği Müzik Dergisi popüler müziğin ciddiye alınmadığı, üstüne kafa yormaya değer görülmediği, alt tarafı ritmine alkış tutulsun veya darbukasına bel kıvrılsın diye üretildiği görüşünün hakim olduğu bir ekranda söz yazarlarından, bestecilerden, aranjörlerden ve müzik yapımcılarından bahseden tek programdı. O dönemde gazetelerin televizyon sayfalarında “Programda listelerde yer alan şarkıların klipleri ekrana geliyor.” şeklinde tanımlanmış olsa da Müzik Dergisi bir klip programı değildi. Zira radyo ve televizyonları dolduran şarkıların sadece yorumcularıyla anıldığı o günlerde Müzik Dergisi ekranda kendisine ayrılan süreyi bu şarkıların mutfağındaki isimlere söz hakkı vermek için de kullanıyordu. Her müzik dergisinin olduğu gibi Müzik Dergisi’nin de her hafta bir “kapak konusu” vardı. Ürünleriyle albümleri ve isimleriyle kartonetleri dolduran İskender Paydaş, Garo Mafyan, Aykut Gürel ve Sarp Özdemiroğlu gibi müzisyenler Müzik Dergisi’nin aranjörler kapak konulu bölümü sayesinde ilk defa ekranda kendilerini ifade etme fırsatı buldular. O zamanların en aktif müzik patronlarından olan Şahin Özer ve Aydın Oskay gibi yapımcıları ziyaret edip onlara prodüktörlükten ne anladıklarını soran ilk program prodüktörler temalı bölümüyle yine Müzik Dergisi oldu. Müziğin mutfağında kimlerin ve nelerin piştiğini meraklısına ilk duyuran da Müzik Dergisi’ydi. Yeşim Salkım, Asya, Demet Sağıroğlu ve Yıldız Tilbe’nin o dönemde yayımlanan ilk albümleri henüz stüdyo aşamasındayken ilk önce Müzik Dergisi tarafından ele alındı. Anadolu’daki satış noktalarını da dikkate alan Top 10 listesiyle Müzik Dergisi albüm tirajları konusunda da sırtını sadece İstanbul’daki satış noktalarına veya 900’lü hatlara dayayan o zamanların şarkı yarıştırma listelerine göre çok daha güvenilir bir kaynaktı. Program çekimlerinin TRT usulü sabit kamera yerine o zamanlar sadece MTV programlarında rastlanılan seyyar kamera ile yapılması ve programın bir neslin kelime haznesine “albüm”, “prodüksiyon”, “müzikmarket” ve “vokal performansı” gibi sözcükleri kazandırmış olması da cabası.

Velhasıl meraklısı için o yıllarda cumartesi günleri Müzik Dergisi demekti. Yayın süresinin sonunda izleyicisini kendi dünyasına kafası boş göndermemeyi seçen Müzik Dergisi’ni Şafak Karaman o günlerde şöyle tanımlıyordu: “Müzik Dergisi gerçek anlamda bir müzik programı, gelişigüzel bir müzik programı değil. Bizim bir misyonumuz var. Türkiye’de müzik adına olup biteni dolaylı değil, doğrudan sizlere yansıtmak. Sadece bir klip programı yapmak değil. Müzikal anlamda sizleri bilgilendirmek ve sizleri seçici olmaya yöneltmek. Biz bu programda yeni prodüksiyonları ekrana getiriyoruz, ama hepsine iyi demiyoruz. İyiyse iyi, kötüyse kötü. Her şey tarafsız bir şekilde önünüze seriliyor ve tercihi sizler yapıyorsunuz. Şimdiye kadar da yapmış olduğumuz hiçbir yorumda yanılmadık. Hiç yanılmadık. Bu şarkıcı şu noktaya gelecek, şu şarkıcı burada olacak dedik ve dediklerimiz çıktı.

Müzik Dergisi bu formatı ve Şafak Karaman’ın yukarıda özetlediği içerik ve iddiasıyla 1993-1994 dönemi boyunca Kanal 6 ekranlarında salındıktan sonra 1995’te Kanal D’ye transfer oldu. Program bu yeni kanalında ismini de değiştirdi ve ekranda Rifle Music Club ismiyle yer aldı. Programın 1996’daki durağı ise TGRT idi. Bu yoğun trafiğin ardından Şafak Karaman’ın doksanların sonuna doğru atv’de Sabah Keyfi ve Pop 40 gibi yapımlara yönelmesinin bir sonucu olarak Müzik Dergisi’nin o pırıltılı kapağı bir süreliğine kapandı ve böylelikle program doksanlı yıllardaki ömrünü tamamlamış oldu.

Müzik Dergisi’nin sayfaları 2000’li yıllara ise 2005’te TV8 ekranlarında açıldı. 2007’de Kral TV’ye, oradan da 2008’de KanalTürk’e taşınan Müzik Dergisi’ndeki değişiklikler bu yeni milenyumda sadece yeni bir logodan ibaret değildi. 2000’li yıllarda Müzik Dergisi Şafak Karaman’ın ifadesiyle hala “Türkiye’nin tek gerçek müzik programı” idi, lakin programın ekseni artık ülkenin polemik ve sansasyon soslu müzik gündemiydi. Yelkenlerini “çok özel” ve “top secret” görüntülerin yarattığı magazin rüzgarıyla doldurmayı amaçlayan şarkıcılar gibi Müzik Dergisi de “rating” getirecek röportajların peşine düşmüştü. Dönemin popüler şarkıcıları Müzik Dergisi’ne davet ediliyor, Şafak Karaman tarafından yöneltilen kışkırtıcı sorular eşliğinde ifadeleri alınıyor ve bu sorgu ortamında “olay yaratacak şok açıklamalar” yapılması umuluyordu. Şebnem Ferah’a Özlem Tekin’in şarkıcılık kariyeri hakkındaki görüşlerinin ve Türkiye’nin ilk kadın rock şarkıcısının kim olduğunun sorulması, Hande Yener’den Erol Köse ile olan sorunlarının ayrıntılarının ve bakkal müziği yapan şarkıcıların isimlerinin istenmesi, Deniz Seki’yle yapılan söyleşide yeni şarkılarının ucunun bir şekilde Hüsnü Şenlendirici bahsine bağlanmasının sebebi hep bu “sarsıcı haber” arayışıydı.

Buna rağmen şarkıcılara hiçbir yerde sorulmayan sorular 2000’li yıllarda da yine Müzik Dergisi’nde soruluyordu. Fakat bunlar artık öyle sorulardı ki, Şafak Karaman’ın karşısında oturan şarkıcının bu sorulara kameraların önünde dürüst cevaplar vermesini beklemek hiç de gerçekçi olmuyordu. Müzik dünyasında olup bitene şahit olan akıl sahibi hemen her insanın aklına gelebilecek ve sorulması gereken sorulardı bunlar gerçi, ama bu soruların muhatabı olan şarkıcının dürüstlük uğruna albüm satışlarını, patronuyla ilişkisini, piyasadaki prestijini tehlikeye atması boşuna bekleniyor ve Şafak Karaman’ın sorularına köşeleri yuvarlatılmış, siyaseten doğru hale getirilmiş ve büyük ihtimalle basın danışmanı süzgecinden geçirilmiş ezbere cevaplar veriliyordu.

Şafak Karaman’ın 2008’de Müzik Dergisi’nde Pınar Aylin’le yaptığı söyleşi de böyle enstantanelerle yüklüydü. Akranı birçok şarkıcı gibi 2000’li yıllarda doksanlardaki şöhretini hasretle anar olmuş Pınar Aylin yeni albümünü Şahin Özer’in şirketinden çıkaracağını duyurmuş, lakin Aslolan Ben adlı bu albüm 2007’nin son günlerinde Seyhan Müzik etiketiyle ve içinde Şahin Özer’in adının zikredilmediği bir halde piyasaya verilmişti. Pek parlak şarkılar barındırmayan bu albümün çıkış şarkısı ise yapıma çok da faydası olmayacak olan Çanta adlı bir şarkıydı. Tüm bu gelişmeler üzerine Müzik Dergisi’ne konuk olan Pınar Aylin’in ifadesi Şafak Karaman tarafından şöyle alınıyordu:

ŞK: Bu albüm senin diğer albümlerine kıyasla ne kadar tatminkar?
PA: Çok objektif bir şey söyleyeyim mi sana, hiçbir albümüme bu kadar çok güvenmemiştim. İlk defa albümün her şarkısıyla gurur duyuyorum.
ŞK: Çanta adlı şarkın önceki albümlerinde hit olmuş Deliler Gibi, Bekletme veya Ya Sen Gidip De kadar etkili bir şarkı mı sence?
PA: Evet, etkili bence.
ŞK: Etkili?
PA: Evet. Sözler özellikle çok etkili.
ŞK: Bence Pınar Aylin’in en çok güvendiği albümünün çıkış şarkısı Çanta olmamalıydı.
PA: Peki, saygı duyarım.

ŞK: Doksanlarda albüm yapan şarkıcılar arasında A, B ve C klasmanları vardır. Sen kendini hangi klasmanda görüyorsun?
PA: Bence doksanlardan bugüne kadar gelebilen herkes çok iyi bir iş çıkarmıştır.
ŞK: B klasmanında mısın şimdi?
PA: Bilmiyorum. Onu siz takdir edeceksiniz. Ben öyle bir şey söyleyemem kendimle ilgili olarak.
ŞK: Şu anda C klasmanındasın.
PA: Öyle mi diyorsun?
ŞK: Şu anda ordasın.
PA: Çok acımasızsın. Ben öyle zannetmiyorum, ama yine de cevap vermiyorum sana.

ŞK: Sen bu albümü Şahin Özer etiketiyle çıkarmayacak mıydın? Ne oldu da Seyhan Müzik’ten çıktı?
PA: Evet, öyleydi. Ama son anda birtakım özel nedenlerden dolayı, Şahin Özer’le bir problemim olmadan, hatta fazla dost olduğumuz için böyle bir karar aldık.
ŞK: Ben ikna olmadım. Şahin Özer’le yola çıkmışken bu albümü şimdi neden Seyhan Müzik’ten çıkardın?
PA: Şahin Özer bir dönem bazı zorluklar yaşadı. Yeterli derecede bu albümle ilgilenemeyecekse sözleşmemizi iptal etmesini rica ettim. O da öyle yaptı.
ŞK: Tazminat falan istedi mi?
PA: Hiçbir şey istemedi.

ŞK: Seyhan Müzik bu albüme mali katkıda bulundu mu?
PA: Hayır. Albüm Seyhan Müzik’e hazır olarak gitti.
ŞK: Albümün masraflarını kendin mi karşıladın?
PA: Bir kısmını ben karşıladım, bir kısmını Şahin Özer karşıladı.
ŞK: Şahin Özer sana hibe mi etti bu albümü?
PA: Sana ne?
ŞK: Ne demek sana ne? Maliyeci olmadığım açık. Gazeteci olduğum için soruyorum.
PA: Seviyoruz birbirimizi. Şahin Özer benim ağabeyim.

ŞK: Satışlar nasıl?
PA: Satışlar iyi.
ŞK: Albümü kaç adet bastınız?
PA: Onu ben bilmiyorum, Seyhan Müzik biliyor.
ŞK: Yani bir albüme para yatırıyorsun, Seyhan Müzik’e bu albümü çıkar diyorsun ve kaç adet basıldığını bilmiyorsun, öyle mi?
PA: Ben ticaret yapmıyorum, ben sanatçıyım.
ŞK: Ben size inanmıyorum. Hiç inandırıcı gelmiyorsunuz bana.

Müzik Dergisi’nin 2008’deki bir diğer konuğu ise Gülay Eralp’ti. 1995’te yayımladığı Nefes Nefese adlı albümünün üzerinden 12 yıl geçtikten sonra Gülay Eralp’in 2007’de yeni bir albüm yayımlaması, Benim Sevdam adlı bu albümün adı sanı duyulmamış isimlerin iddiasız şarkılarını içermesi, yapımın tüm masraflarını Gülay Eralp’in tek başına karşılamış olması, albüme eşlik eden basın bülteninde Gülay Eralp’in “Üç buçuk kişiyle savaşmaya geldim. Kast ettiğim üç kişi Demet Akalın, Gülşen ve Betül Demir. Buçuk ise Bengü.” demesi ve ardından “Hande Yener ikiyüzlü. Ben bakkal müziği yapıyorum. Onun gibi süpermarket müziği yapmayacağım.” şeklinde demeçler vermesi Gülay Eralp’i de alıp Müzik Dergisi’nde Şafak Karaman’ın karşısına oturttu:

ŞK: 12 yıldır albüm yapmıyordun. Şimdi neden albüm yapma gereği duydun?
GE: 12 yıl boyunca hep sahnedeydim ve çok başarılıydım. Uzun zamandır sektördeyim. Piyasaya biraz uzaktan bakmam gerekiyordu. Her şeyin bir zamanı var. Şimdi zamanı olduğunu düşündüğüm için albüm yaptım.
ŞK: 12 yıl bence çok uzun bir süre. Bu süre boyunca albüm yapmamış olmanın başka bir sebebi olmalı.
GE: Hayır, başka bir sebebi yok. Albümün arenası canlı performans sergilediğiniz yerlerdir. Ben demek ki, 1995’te çok iyi bir albüm yapmışım ve 12 yıl boyunca o albüm sayesinde sahnede var olabilmişim.
ŞK: Yapma canım ya! Bunun sebebi o albüm değil, belki de sahne performansının doyurucu olmasıdır.
GE: Bunu irdelemenin manası yok ki.

ŞK: 12 yıl aralıklarla albüm yapılmasını doğru bulmuyorum.
GE: Evet, normal değil. Ama ne zaman hazır olunursa o zaman yapılmalı. Zorlanmamalı. Doğru bir proje olmalı.
ŞK: Peki bu doğru bir proje mi?
GE: Evet.

ŞK: 12 yıl boyunca teklif almadığın için albüm yapamamış olabilir misin?
GE: Hayır, aldım.
ŞK: Kimlerden aldın?
GE: Firma ismi olarak şimdi hatırlamıyorum.

ŞK: Bu albümün bütçesi sana mı ait?
GE: Evet, bana ait.
ŞK: Neden sana ait?
GE: Öyle olmasını istedim.
ŞK: Albüme baktığımda piyasada bilinen isimlerle çalışmadığını, yeni isimlerle çalıştığını görüyorum. Bu durum albümün bütçesinin sana ait olmasından mı kaynaklanıyor?
GE: Hayır. Bu isimler ileride iyi yerlere gelecek olan isimler.

ŞK: Kadın şarkıcılar arasında kendini iyi bir yere koyuyor musun?
GE: Tabii ki.
ŞK: İddialıyım diyorsun yani.
GE: Evet, iddialıyım.
ŞK: Ben de bunu anlamıyorum. Bu kadar iddialı olan bir şarkıcı neden 12 yıl boyunca albüm yapmaz? İmkanları neden zorlamaz? Doğru proje durumunu anlıyorum, ama neden 12 yıl boyunca o durumu yaratmak için bir şey yapmaz? Madem bu kadar iyi bir şarkıcıyım diyorsun, şimdi sektörde daha güçlü bir noktada olmalıydın.
GE: Hiç albümüm yokken Aydın, Cenk Eren ve Fatih Ürek’in olduğu Etiler gibi bir piyasada çalışan tek kadın şarkıcı bendim.
ŞK: Saydığın isimlerin de albüm yapmak gibi bir kaygısı yok. Sahneyle stüdyo şarkıcılığı arasında büyük farklar var. Sen sahne şarkıcısı mısın, stüdyo şarkıcısı mısın?
GE: Her ikisi de.

ŞK: Kendi albümünün prodüktörlüğünü yaparak artık prodüktöre ihtiyacım yok mu demek istiyorsun?
GE: Kendim yapmak istiyorum.

ŞK: Üç buçuk kişiyle savaşmaya geldiğini, Hande Yener’i ikiyüzlü bulduğunu söylemişsin. Bu sivri sözler bir pazarlama yöntemi mi?
GE: Hayır.
ŞK: Bu tarz polemikler kendini ifade etmek için bir araç olarak değerlendiriliyor. Bu senin için de geçerli mi?
GE: Ben fikirlerimi söylüyorum.
ŞK: Magazin figürü olmak seni rahatsız eder mi?
GE: Eder.

Müzik Dergisi’ne yön veren Şafak Karaman seksenlerin sonundan beri televizyonda ve doksanların başından beri de Türk popüler müziği piyasasının içinde. Bu yüzden bu programın tüm günü klip sunarak geçiren VJ’lerden veya öğlen kuşağının izlenme rekoru avcılarından daha parlak sorular üretmesi doğal. Müzik Dergisi bu yönüyle bugün televizyonlarda yer bulmuş birçok programdan daha işlevsel bir yapım. Zira şarkıcıları karşısına alıp yaptıkları müzikten bahseden, onlara mesleklerinden bahsetme fırsatı veren pek fazla program yok. Ama bir şarkıcının geçen hafta sonu hangi barda kiminle görüntülendiğinden ziyade en son albümündeki düzenlemeleri neden ona değil de şuna yaptırdığını merak eden bir müzik dinleyicisi güruhu doksanlardaki gibi hala mevcut. O kitlenin sormak istediği soruları soran da işte o VJ çocuklar veya öğlen çayı yıldızları değil, Müzik Dergisi. Sayfaları hep olsun.

25 Eylül 2010

Samra Sökmen 90-60-90 mıydı?

Samra Sökmen gerçek miydi? Böyle bir hadise vuku buldu mu sahiden? Yoksa doksanların Türk pop müziğinin o ilk zamanlarındaki ihtişamından kamaşan gözlerimin, karışan aklımın bana oynadığı bir oyun muydu tüm bunlar?

Doksanların başındaki Türk pop müziği curcunasının kazananlarını ağzım açık izlerken bana arada bir de kazanamayanlar lazım oluyordu. Başkalarının zaferlerini izlerken içimde karanlık bir köşede kendini giderek daha küçük ve daha az hisseden bir çocuk bu manzarada bir de kaybedenler olsun istiyordu. Onlar ekranda tüm olamamışlıklarını ele verirken o çocuk da işaret parmağını onlara doğrultmak ve bu hallerine kahkahalarla gülmek istiyordu. Henüz hiçbir şey kazanmamış olmasına rağmen bu yolla kaybedenlerin üstüne basıvermek ve bir sıçrayışta kazananların tarafına geçmek istiyordu.

Samra Sökmen ile ilgili ilk hatıralarım da işte tam bu döneme rastlıyor. Samra Sökmen meselesini uzun süre çözememiş olmam bundan. Ne kadarı gerçek ne kadarı hafızamın bana bir oyunu bilememiş olmam da bundan. Onunla ilgili gördüklerimi duyduklarımı vaktiyle pek de ciddiye almadığımdan olacak, hafızam bu malzemeye gereken muameleyi yapmış sanki. Neyse ki, kulun hatırlamadığını arama motorları biliyor, onlar da susarsa sahaflar konuşuyor, arşivler ise hiç ama hiç yalan söylemiyor.

Türk pop müziği kendi halinde yuvarlanıp giderken doksanların başında öyle büyük bir tantanayla patlamıştı ki, birdenbire en gözde meslek pop şarkıcılığı olmuştu. Hit olabilecek bir şarkı bulup arkasına bir “kaset” dolusu tıngırtı sıralamak ve şarkıcılığa “soyunmak” işini sözlükteki birinci anlamıyla uygulamaya koymak en hızlısından şöhretin, en kolayından paranın formülüydü artık. Haliyle dönemin magazin basını da günaşırı şarkıcı olmak hevesiyle mankenliği bırakan mankenlerden ve dansözlüğü bırakan dansözlerden bahseder olmuştu. Günlerden bir gün Samra Sökmen adlı bir dansözün de artık dansözlük tekliflerini reddettiği ve evinde şan dersleri almaya başladığı yazılıyordu.

Samra Sökmen’in yolu daha sonra Şahin Özer’inkiyle nasıl kesişti bilemiyorum ama Samra Sökmen nihayet 1993’te muradına erdi ve İn Misin Cin Misin adlı ilk albümü Özer Plak tarafından piyasaya sürüldü. Samra Sökmen bu albüm için tam da Şahin Özer gibi bir müzik patronunu mu aramıştı, yoksa Şahin Özer’in o sıralarda tam da Samra Sökmen gibi bir şarkıcıya mı ihtiyacı vardı, o günlerde henüz kestiremiyordum. Tek bildiğim, bu iki ismin 1993 yılında birbirini bulduğuydu.

Öte yandan Şahin Özer’in tam da Samra Sökmen gibi bir şarkıcıyı aramış olma ihtimali Samra Sökmen’in televizyona çıkması, sesinin ve şarkılarının duyulmasıyla birlikte daha ağır basar olmuştu. Zira Samra Sökmen’in bu albümü ağırlıklı olarak Aysel Gürel imzalı slogan şarkı sözlerinden ve Garo Mafyan’ın beste ve düzenlemelerinden oluşuyordu. Devrin televizyon kanalları interStar ve Teleon’da yayımlanan eğlence programlarında Oh Oh Ne Haber ve “90-60-90, her gören hayran” şeklindeki sözleriyle yorumcusunu tarif ettiğine inanılması beklenen Hayriye adlı şarkılarını seslendiren Samra Sökmen ise şan derslerini pek de ciddiye almışa benzemiyordu. Samra Sökmen’e bu performanslarında Yonca Evcimik’in o dönemki dans grubunun eşlik ettiğini görünce biraz şaşırıyor, Oh Oh Ne Haber adlı şarkının nakaratının ilk dizesi olan “Avareyim avare” lafını fena halde Yonca Evcimik’in Abone’sinin “Aboneyim abone” dizesine benzetiyor, Samra Sökmen ve dans grubunun şarkının tam da bu kısmında Abone’nin o meşhur koreografisini sergiliyor olmasına ise diyecek söz bulamıyordum.

Anlaşılan Yonca Evcimik’in Abone adlı albümünün başarısıyla Arif Susam ve Cengiz Kurtoğlu yapımları etrafında dönen müzik patronluğunun seyri değişen Şahin Özer yeni bir Yonca Evcimik yaratmak ve piyasaya Abone benzeri çok bereketli bir albüm daha sunmak amacıyla Abone’nin sözlerini yazarken tuttuğu kalemini henüz masaya koymaya dahi fırsat bulamamış Aysel Gürel’e ve klavyesinin tuşları hala sıcak olan Garo Mafyan’a bir albüm dolusu şarkı yaptırmış ve bu albüme yorumcu olarak da emekli dansöz Samra Sökmen’i seçmişti. Kim bilir, modern dans kariyerini 1991’de Abone adlı albümüyle şarkıcılığa bağlayan Yonca Evcimik nasıl “yerli Madonna” olduysa dünün oryantal dansçısı bugünün 90-60-90 şarkıcısı Samra Sökmen de Türkiye’nin Ümmü Gülsüm’ü olabilirdi belki de.

Hayır, olamazdı. Olamadı da. Üzerine geçirilen o azimli Yonca Evcimik imajına rağmen Samra Sökmen’in bu albümü onu yılbaşı gecelerinin oryantal dansa ayrılan dakikalarından eğlence programlarının popçu köşelerine taşıyabildi sadece, bundan fazlasına gücü yetmedi. Slogan şarkı sözleri, o döneme has Garo Mafyan soundu ve biraz olsun merhametli olmak gerekirse ait olduğu dönemin en mütevazısı şeklinde tanımlanabilecek Samra Sökmen’in şarkıcılığıyla bir albümün katedebileceği en uzun mesafe de buydu zaten. Kusurları albüm kayıtlarında Zeynep Uğurlu’nun ve Halis Bütünley’in geri vokalleriyle kapatılmaya çalışılan Samra Sökmen’in sesi ikinci bir albümde kendini duyurmaya fırsat bulamadı.

Samra Sökmen’in ilk ve son albümü İn Misin Cin Misin hepten işlevsiz bir yapım değildi elbette. Doksanlar boyunca müzikmarketleri, televizyonları ve radyoları dolduracak olan Garo Mafyan merkezli yapımların bir taslağıydı adeta. Yorumcusu Samra Sökmen’i artık hiç kimse hatırlamayacaksa da bu albümün içerdiği şarkıların envai çeşit türevi bu onyılın sonuna kadar Tayfun, Jale, Reyhan Karaca, Nalan, Bora Gencer ve Taner gibi şarkıcılar tarafından seslendirilecekti.

Samra Sökmen90-60-90, her gören hayran, of aman of aman aman” şeklindeki sözleriyle yorumcusunun fiziksel avantajının altını çizmeyi amaçlayan Hayriye adlı şarkısının eşliğinde bir süre ekranlarda salındıktan ve Orhan Atasoy’un Gemiler adlı şarkısına Umur Turagay’ın çektiği klipte görünüp bizi şaşırttıktan sonra müsaademizi istedi. Bir müddet ortalarda gözükmeyecek ve sonra kısa bir süreliğine bir hava durumu sunucusu olarak yeniden karşımıza çıkacaktı. Lakin onu bir daha şarkı söylerken göremeyecektik. Bu metamorfozun arifesinde kendisine Hayriye adlı şarkısının hikayesi sorulduğunda “Albümüm için Garo Mafyan’la Aysel Gürel’e gittik. Aysel Gürel beni çok beğendi ve vücut ölçülerimi sordu. Ben de 90-60-90 olduğumu söyledim. Aysel Gürel bana inanmadı ve kendi elleriyle beden ölçülerimi aldı. Sonra yarım saat içinde Hayriye adlı şarkının sözlerini yazdı. İsim olarak halktan bir isim olan Hayriye’yi seçti ama şarkıda aslında beni anlatıyordu.” şeklinde cevap verecekti.

Samra Sökmen gerçekten 90-60-90 mıydı? 90-60-90 olmak işine yaramış mıydı? Bu beden ölçüleri şarkıcı olmayan bir şarkıcıyı sanki bir şarkıcıymışcasına pazarlamaya yetmiş miydi? Bu son iki soruyu gelip geçen yaklaşık 20 yılın ardından ne Samra Sökmen’i ne de şarkıcılığını hatırlayan müzik piyasasına yöneltmek lazım. İlk sorunun cevabını ise Barış Manço versin ve böylelikle bu yazıyı sonlandırsın. Barış Manço’nun Milliyet’teki Oku Bakiim adlı köşesinde yer alan ve aşağıdaki fotoğrafın eşlik ettiği 16 Ocak 1994 tarihli yazısından:

Cezaevinden yazan delikanlılar Samra Sökmen’in 90-60-90 üç bilinmeyenli denkleminin ne anlama geldiğini soruyor. Çocuklar, üzgünüm, ne yazık ki, elimde Samra’nın sadece ilk 90’ını belgeleyen güzel bir fotoğrafı var. Sizin için onu yayımlıyorum. Şimdilik bununla idare edin. Tahliye gününüze doğru bir daha yazarsanız geriye kalan 60 ile 90’ını da sayfamıza getirebiliriz.

Söz: Aysel Gürel
Müzik + Düzenleme: Garo Mafyan

16 Eylül 2010

“Adam” olacak kız

Sibel Alaş’ı 1993 sonbaharında bir Yonca Evcimik röportajı vesilesiyle tanıdım. Yonca Evcimik’le o röportajı yapan ben değildim. Orada vuku bulan da tokalaşmalı ve çok memnun olmalı bir tanışma değildi Sibel Alaş’la. Zira elimde dönemin kupon yüklü gazetelerinden birinin bir hafta sonu eki bulunuyordu ve o günlerde Show TV’de Karambol Show adlı programıyla popülaritesine popülarite katmakta olan Yonca Evcimik’le yapılmış bir röportajı okuyordum. Abone dönemindeki kılık kıyafetiyle postal modasını yarattığını, en büyük hobisinin Çikita ve Hipo adlı köpekleri olduğunu ve yaprak sarmasına bayıldığını açıklayan Yonca Evcimik röportajın sonunda işiyle ilgili planları sorulduğunda ise üçüncü albümünün yaz başında çıkacağını müjdeliyor ve bu yapım için vokalisti “Sibel” ile duygu yüklü şarkılar hazırladıklarını ekliyordu.

Sibel”? O da kimdi ki? Uzun zamandır yolunu gözlediğim bu yeni albüm haberine sevinmeyi bile bir kenara bırakıp ben o an tanıdığım tüm Sibel’leri teker teker aklımdan geçiriyor fakat bu Sibel’in hangisi olabileceğini çıkaramıyordum bir türlü. Yazının başında kastettiğim tanışma işte böyle bir tanışmaydı. Çıkaramamalı ve çok merak etmeli.

Başka çarem olmadığı için kendi haline bıraktığım “Sibel” odaklı merakım 1994’ün ocak ayında yayımlanan bir Gecenin Rengi programında nihayet devasını buldu. O dönem cumartesi gecelerini Kanal 6 ekranlarında Çiğdem Tunç ve Mehmet Ali Erbil’in sunuculuğunda şenlendirmekte olan bu “rating” zengini programın konuğu o akşam bir kez daha Yonca Evcimik’ti. Fakat Yonca Evcimik bu kez yanında sadece şarkılarını getirmemişti. Nitekim Çiğdem Tunç yeni albümüyle ilgili çalışmalarının nasıl gittiğini sorduğunda Yonca Evcimik yine vokalisti Sibel’in ismini zikrediyor ve bu sefer yukarıda bahsedilen röportajda yapamadığını yapıp sahneye o gizemli Sibel’i çağırıyordu. Akabinde gencecik bir kızcağız koşar adımlarla alkışlar eşliğinde sahneye çıkıyor, Çiğdem Tunç ve Yonca Evcimik’in arasındaki yerini alıyordu.

O dakikalarda benden başka kaç kişinin daha birkaç aydır demlenmekte olan merakı gideriliyordu bilemiyordum ama ben sonunda Sibel’i görmüş ve muradıma ermiştim. Lakin daha önce Aşkın Nur Yengi, Sertab Erener ve Levent Yüksel’in Sezen Aksu tarafından piyasaya gururla sunulmasına şahit olmuş olan gözlerime bu manzara ziyadesiyle tanıdık gelmekteydi. Ben bu düşüncelerle meşgulken söze giren Yonca EvcimikSon zamanlarda şarkıcıların vokalistlerini lanse etmesi moda oldu. Ben henüz kendi yerimi sağlamlaştırmaya çalışıyorum. Kimseden yardım görmemiştim. Başarılı, çalışkan ve gerçekten bir şeyler yapabilecek insanlara yardımcı olmak istiyorum. En yakınımda Sibel olduğu için ondan başladım.” şeklindeki sözleriyle o an ekranın yanlış tarafında olmam sebebiyle kendisine yöneltemediğim sorularımı farkında olmadan bir bir cevaplıyordu.

İlerleyen dakikalarda soyadının Alaş olduğunu öğreneceğim Sibel ile ilk röportajını yapmak ise hemen oracıkta Çiğdem Tunç’a kısmet oldu. Bu tek soruluk röportajda Çiğdem Tunç Sibel’e Yonca Evcimik’ten gördüğü bu destek ile neler yapmak istediğini soruyor, Sibel ise fitilinin o akşam o anlarda ateşlendiğini kabul edebileceğimiz şarkıcılık kariyerinin bu ilk röportaj sorusunu “Bu konuda şu an pek bir şey söyleyemiyorum. Şarkıcılığım henüz oturmadı. Öğrenmem gereken daha çok şey var. Fakat biz Yonca’yla evde çok güzel çalışmalar yapıyoruz ve kendimize çok güveniyoruz. Üçüncü albüme şarkı sözü ve beste olarak kendimizden bir şeyler katmak istiyoruz.” şeklinde cevaplıyordu. Böylelikle Sibel’in hem yüzünü görmüş hem de sesini duymuş oluyordum. Merakım giderilmesine gideriliyordu ama kıskançlığım da katlanıyordu bir taraftan. Zira henüz yirmili yaşlarının başında olduğunu tahmin ettiğim ve o an “prime time” müdavimi bir programda milyonlara tanıtılmakta olan bu genç kız gerçekten de şarkılarıyla Yonca Evcimik’in yeni albümünde yer alacaktı. O dünyayı uzaktan seyretmekte ve içine girmek için can atmakta olan benim gibi biri için yutulması çok zor bir lokmaydı bu, çok.

Sibel Alaş bu ilk televizyon tecrübesini o zamanların en çok dinlenen şarkılarından birini seslendirerek taçlandırdı. Kim bilir ne kadar heyecanlanarak Yonca Evcimik’in Karambol adlı şarkısını söyleyen Sibel Alaş’a Yonca Evcimik’in dansçıları eşlik ediyor, şarkının sonuna doğru bu görüntüye Yonca Evcimik de dahil oluyordu. Şarkının finalinde Sibel Alaş ve Yonca Evcimik’i bu “premier” zaferinin sevinciyle sarmaş dolaş görecek ve iki mevsim sonra Sibel Alaş ve Yonca Evcimik işbirliği cephesinde olacakların arifesinde bir süreliğine bu son resim ile idare etmek zorunda kalacaktım.

Doksanlı yılların Türk pop müziğinin en parlak ve en bereketli zamanlarını yaşadığı 1994 yazının başlarında ben de kulaklarımı kabartmış Yonca Evcimik dolaylarından bir ses bir seda beklemekteydim. Mayıs ayında piyasaya sunduğu pek havalı ve bir o kadar da başarılı 8.15 Vapuru adlı single yapım vesilesiyle adından çok söz ettirmiş, uzun kahverengi peruğunu ekranda “Hokai yamaşita kombamba kombamba” nidaları eşliğinde savura savura Abone benzeri bir saadet devri yaşamıştı Yonca Evcimik. Bu döneme eşlik eden gazete ve dergilerdeki haber ve röportajlarda ise ben hala Sibel Alaş’ın izini sürmekte ve bunda zaman zaman başarılı olmaktaydım. Bunların bir örneği Türk pop müziği ile birlikte uykusundan uyanan Hey adlı dergide karşıma çıkıyordu. Rahşan Gülşan imzalı bir haberde Yonca Evcimik’in 8.15 Vapuru ile Kıbrıs’a gidip bir konser verdiği duyuruluyor ve bu habere eşlik eden resimler Sibel Alaş’ın Yonca Evcimik klanındaki faaliyetlerine halen devam ettiğini ele veriyordu. Bunun ardından Number One adlı dergide yayımlanan bir haberde Yonca Evcimik’in yeni albümü müjdelenirken yapımın mutfağındaki söz yazarı ve bestecilerden de bahsediliyor ve artık hiçbir kuşkuya yer bırakmayacak şekilde Sibel Alaş’ın da ismi anılıyordu. Böylece Sibel Alaş’ın o kış Gecenin Rengi adlı programa sırf gecenin herhangi bir rengi olmak için katılmadığını anlıyor, bir de bu sebepten ötürü Yonca Evcimik’in yeni albümünü merakla beklemeye koyuluyordum.

Temmuz sonu ile birlikte müzikmarketler nihayet Yonca Evcimik’in 1994 model albümüne kavuşuyordu. Ben de hemen olay yerine uğruyor, kutlu bir alışveriş sonrası Yonca Evcimik ’94 adlı bu albümün o kışkırtıcı kapağına baka baka eve yollanıyordum. O yıllarda kendime ritüel edindiğim üzere evin steril ortamında bir yandan albümdeki şarkıları dinlerken bir yandan da albümün kartonetini etüt etmekteydim. Mustafa Sandal, Ozan Çolakoğlu, Ercan Saatçi, Aykut Gürel, Kenan Doğulu ve Ozan Doğulu gibi isimlerin yanında bir Yonca Evcimik albümündeki şarkı künyelerinde ilk defa gözüme Yonca Evcimik’in de ismi çarpıyor, dahası ona bunda Sibel Alaş da eşlik ediyordu. İki mevsimdir yolunu gözlemekte olduğum bu albüm bir o kadar zamandır enini boyunu merak ettiğim Sibel Alaş şarkılarını da beraberinde getirmişti.

Yonca Evcimik’in o zamanlarki piyasadaki konumunun altını çizen Bandıra Bandıra ve Kıyamet Günü adlı şarkılar ile açılan albüm bir saksafon melodisiyle başlayan Tükendik adlı şarkı ile devam ediyordu. Sözlerini Yonca Evcimik’in Sibel Alaş ile birlikte yazdığı bu şarkı albümün ilk Sibel Alaş’lı şarkısıydı ve Cenker Sarp’ın bestesi, Aykut Gürel’in akustik düzenlemesiyle tüm zamanların en sevilen Yonca Evcimik şarkılarından biri olacaktı. Arsız Gönlüm adlı şarkının sözlerini ve bestesini Yonca Evcimik ve Sibel Alaş birlikte hazırlamıştı ve bu şarkıyı Yonca Evcimik’in belki de en matrak ve en alaturka şarkısı olan Boomerang takip ediyordu. Sözleri Sibel Alaş’a, bestesi Yonca Evcimik’e ait olan bu şarkıyla birlikte albümün ilk yarısı tamamlanmış oluyordu. Albümün ikinci yarısı ise Yonca Evcimik’in diğer hit adaylarının yanı sıra iki adet Sibel Alaş şarkısı içermekteydi. Sözü ve bestesi Sibel Alaş’a ait olan Anne ve Tut Elimi adlı bu şarkılar albümün öbür ucundaki Bandıra Bandıra adlı şarkının fırlamalığını ve albümün genel olarak yüksek temposunu dengeliyor gibiydi. Anlaşılan Sibel Alaş bu son derece “pop” şarkılar üzerine kurulu albümün arka planını Yonca Evcimik’in desteğiyle kendi naif tarzını yansıtan şarkılarla güçlendirmişti. Sibel Alaş’ın geri vokallerini de taşıyan ve içerdiği 12 şarkının 5’inde Sibel Alaş’ın imzası bulunan Yonca Evcimik ’94 adlı bu albüm hem Bandıra Bandıra’lı hem Tükendik’li kimliğiyle yıllar sonra Yonca Evcimik’in şarkıcılık kariyerinin en başarılı adımlarından biri olarak anılacaktı.

O yaz Yonca Evcimik ’94 adlı albüm içerdiği Sibel Alaş şarkılarıyla birlikte Türk pop piyasasında yol alırken Sibel Alaş da Yonca Evcimik’e bu yolculuğunda eşlik etmekteydi. Albümün beraberinde getirdiği rüzgarla birlikte Ege ve Akdeniz sahillerinde konserler vermekte olan Yonca Evcimik’e Sibel Alaş sahnede geri vokal olarak destek veriyor ve bir albüm şarkıcısı olmadan önceki son yazını yaşıyordu farkında olmadan. Zira o dönemde Yonca Evcimik’in menajerliğini yapmakta olan Zeki Aköz hem şarkıları hem de şarkıcılığıyla dikkat çekmeye başlayan Sibel Alaş’a tam da bu turne esnasında albüm yapma teklifinde bulunacaktı.

Derken bu fırtına dindi, 1994 sona erdi, 1995 yarılandı. O günlerde İzel aşk kokan yıldızlara hasret bir vaziyette açık denizlere doğru haykırıyor, Mirkelam ise koşar adımlarla girdiği Türk pop piyasasını her gün ve her gece meşgul etmeye devam ediyordu. Ben de bu nümayişe kendimi ziyadesiyle kaptırmış olmalıyım ki, bir gün televizyonda beliriveren bir klip beni fena halde hazırlıksız yakaladı. Sibel Alaş olduğuna yemin edebileceğim bir kızcağız Sibel Alaş’a ait olduğundan emin olduğum bir sesle içinde Mustafa Sandal’ın parmağı olduğuna kalıbımı basabileceğim bir şarkıyı söylemekte ve pek gösterişli bir klip ile ekranda salınmaktaydı.

Nitekim olan olmuş, ben kartonetlerin bu tarafındaki dünyada her şeyden habersiz yaşayıp giderken Sibel Alaş ilk albümü Adam’ı hazırlamış, paketlemiş ve hatta müzikmarketlere göndermişti bile. Bir önceki yaz Yonca Evcimik ’94 adlı albümün kartonetinde defaatle zikredilen ismi şimdi kendi albümünü süslüyordu, bu defa “sibelalaş” şeklinde. Yapımın prodüktörü Zeki Aköz, müzik yönetmeni ise Mustafa Sandal’dı ve içerdiği şarkıların çoğu sibelalaş imzalıydı. Albümün lokomotifi olan Adam adlı şarkıya Abdullah Oğuz’un çektiği Melih Çardak’lı klip ekranlardan inmek bilmiyor, radyolar Sibel Alaş şarkılarıyla şenleniyordu.

Her şey iyi hoştu da Sibel Alaş’ın albümünde Mustafa Sandal’ın ne işi vardı? Hem de müzik yönetmeni olarak. Sibel Alaş’ın bu başarılı çıkışını alkışlıyordum ama Yonca Evcimik’le arasının en iyi ihtimalle limoni olduğunu tahmin ettiğim Mustafa Sandal’ın bizim Sibel’in albümündeki varlığını açıklayamıyordum bir türlü. Çünkü 1994 yılının son günlerinde Türk pop şarkıcılarının da katılımıyla ülkenin müzik gündeminin irdelendiği Siyaset Meydanı adlı Ali Kırca programında Yonca Evcimik ’94 adlı albümün Mustafa Sandal imzalı hit şarkısı Bandıra Bandıra erotik içeriği sebep gösterilerek yerden yere vurulurken Yonca Evcimik kendisi için önemli olanın şarkının soundu olduğunu söylemiş, lakin Mustafa Sandal şarkısına yöneltilen pornografik suçlamalarını kabul etmiş ve Yonca Evcimik’in zorlamasıyla böylesine edepsiz bir şarkı ürettiğini ileri sürerek bundan çok pişman olduğunu açıklamıştı. Bunu takip eden günlerde Mustafa Sandal hızını alamayarak Yonca Evcimik’in kesinlikle bir şarkıcı olamayacağı, en iyisi gidip bale yapmaya devam etmesi gerektiği konulu demeçler vermiş, akabinde Yonca Evcimik de Mustafa Sandal’la bir daha çalışmama kararı aldığını camiaya bildirmişti.

1994 kışında Yonca Evcimik’in kendi sahnesinden feragat ederek ilk televizyon tecrübesini yaşattığı ve aynı yılın yaz aylarında yayımlanan albümünde şarkılarını seslendirdiği Sibel Alaş işte bu Mustafa Sandal ile hazırlamıştı ilk albümünü. Albümün kartonetindeki Sibel Alaş imzalı uzun teşekkür yazısında Yonca Evcimik’in ismini göremeyince ben de artık hızımı alamıyor, kendi kendime gelin güvey olmakta bir beis görmeyerek kafamda türlü türlü hikayeler kuruyordum.

Ben bunlarla meşgulken zaman durmadı, aktı, Sibel Alaş’ın hikayesi Adam’dan sonra da devam etti. Sırasıyla 1996 ve 1998 yıllarında yayımlanan Fem ve Çocuk adlı albümleri ile Sibel Alaş doksanların Türk pop müziğindeki naif yolculuğunu sürdürdü. Onu o günlerin en popüler şarkıcıları arasında tutan bu yapımlara Mustafa Sandal’ın herhangi bir katkısının olmaması, öte yandan Sibel Alaş’ın yolunun Yonca Evcimik’inkiyle de kesişmek bilmemesi kurduğum tüm denklemleri altüst ediyor, albüm kartonetlerinde görünmeyenler ekranda da belirmeyince bu bilmece çözülmüyor, çözülemiyordu bir türlü.

Çözümün bir yarısı kartonetler raflarda tozlandıktan ve yaşlar kemale erdikten sonra geldi. Yonca Evcimik’in ilk defa Sibel Alaş şarkıları seslendirdiği Yonca Evcimik ’94 adlı albümün üzerinden on yıl geçmişken 2004’te Aşka Hazır adlı Yonca Evcimik yapımı yayımlandı ve bu albümde 7/24 ve Adın Dün adlı iki Sibel Alaş şarkısı yer aldı. Yıllar sonra yeniden bir Yonca Evcimik albümünün şarkı künyelerinde Sibel Alaş’ın ismi geçiyor ve içime serin sular serpiliyordu.

Çözümün diğer yarısını ise hazır dünya artık iyice küçülmüşken, kartonetlerin ardındaki aleme ulaşmanın da türlü türlü yolu türemişken devrin nimetlerinden faydalanarak Sibel Alaş’tan bizzat talep ettim. Sibel Alaş yaptığı açıklamada Adam adlı albümünün prodüktörü olan Zeki Aköz’ün kendisine albüm yapmaya karar verdiği dönemde Mustafa Sandal’ın da menajerliğini yapmakta olduğunu ve Mustafa Sandal’ın bu albümü vücuda getiren ekibe bu sebeple dahil olduğunu belirtti. Bunun üstüne bir de Yonca Evcimik’in yeni albümünde kendi şarkılarının de yer alacağı müjdesini verdi Sibel Alaş ve böylelikle hem beni bu yıllanmış bilmeceden azat etmiş hem de “Adam” olacak kızın hikayesini oracıkta tatlı bir sona bağlamış oldu.

Kartonetlerin öteki tarafındaki asıl hikaye bizim taraftan görünenden farklı olabiliyor anlaşılan.

Söz + Müzik: Sibel Alaş + Mustafa Sandal
Düzenleme: Mustafa Sandal