Türk pop müziğinde dinlediklerim, unutmadıklarım ve hep hatırladıklarıma dair iki çift laf.
25 Eylül 2010
Samra Sökmen 90-60-90 mıydı?
16 Eylül 2010
“Adam” olacak kız
09 Eylül 2010
Hot Boza For You
08 Eylül 2010
“Tuğçe San geliyor!” (mu?)
Çıtır Kızlar vs Spice Girls
Çıtır Kızlar’ın kurulması, şarkı ve kliplerinin piyasaya çıkması 1996 yazı henüz daha girmeden çoktan gerçekleşmişti. Spice Girls’ün ilk single şarkısı Wannabe ise aynı yılın yaz aylarında İngiltere’yi vurdu.
Dolayısıyla Take That ve New Kids On The Block gibi “boyband”lerin dünya piyasasını salladığı bir dönemde Çıtır Kızlar ile eşzamanlı olarak piyasaya salınan Birkaç İyi Adam için benzer şeyler söylenemese de Çıtır Kızlar’ın Spice Girls’ten daha önce üretilmiş bir “girlband” olduğu barizdir.
Bu sonuca varırken Spice Girls’le ilgili olarak 1994’ten 1996’ya kadar olan sürede vuku bulan kurulma, gruptan eleman kovup gruba yeni eleman alma, demolarla menajerlerin ve plak şirketlerinin kapılarını aşındırma, nihayet bir menajer bulup 1995’te bir plak şirketiyle kontrat imzalama gibi gelişmelerden ve Spice Girls’ün bunu takip eden dönemde 1996’da dünyanın huzruna çıkana kadar devam eden stüdyo çalışmalarından o dönem Yonca Evcimik’in birtakım casuslar vasıtasıyla haberdar olmadığını varsayıyoruz.
07 Eylül 2010
Ajda Pekkan kimi seçti?
Halbuki Seni Seçtim’in içine doğduğu Türk pop piyasası nasıl da zangır zangır sallanmaktaydı tam da bu hedeflenerek üretilmiş şarkılarla. Ajda Pekkan’ın albüm kapağındaki resimde kolunda gururla taşıdığı o iri saate inat böyle bir stratejiden uzak repertuarıyla Seni Seçtim yanlış zamanda yanlış yerdeydi. Dolayısıyla bu tür şarkıların hiddetine şiddetine teslim olmaya nicedir aç olan müzik alemi Aşkın Nur Yengi’nin Nazlanma’sı, Sezen Aksu’nun Hadi Bakalım’ı, Yonca Evcimik’in Abone’si, Hakan Peker’in Hey Corç’u ve Harun Kolçak’ın Gir Kanıma’sının etrafında fır fır dönüyor, Ajda Pekkan’ın Seni Seçtim hamlesi ise ne yazık ki pek kimsenin ilgisini çekemiyordu. Durum böyle olunca bu hit fakiri albümün tirajı resmi olmayan bilgilere göre 300 bin civarında kalıverdi. Bugün böyle bir tiraja ulaşanın topuklusundan şampanya içiliyor, isminin önüne “kraliçe”, o da olmazsa “yerli Madonna” ünvanı ekleniyor eklenmesine lakin o günlerde Ajda Pekkan’ın hit sahibi meslektaşlarının albüm tirajları milyonlara dayanıyor, Ajda Pekkan’a ise elindeki bu mütevazı tirajla bu nümayişe uzaktan bakmak düşüyordu.
Seni Seçtim’in beraberinde getirdiği bu hal ve şerait Ajda Pekkan’ı doğal olarak pek de mesut etmemiş olacak ki, vaziyeti kurtarmak maksadıyla bu albümün ertesinde derhal bir Ajda ’93 patlattı. Bu yeni albümüyle birlikte Ajda Pekkan bir yandan şarkıcılık geçmişinin çerçevesine en uzak yapımlardan ve hitlerden birine sahip olurken diğer yandan da o zamanki o tertemiz yorumunu o dönemki piyasanın alaturka yıldızları Muazzez Abacı ve Ebru Gündeş’in gırtlak nağmeleriyle tıka basa doldurarak “Sorul boanoa” şeklinde tınlayan ağdalı mı ağdalı bir şarkıcıya evriliyordu. 1991 itibariyle alıcı kaybeden şarkıcılığına yazdığı bu yanlış reçetenin bir benzeri ile Ajda Pekkan bir de 1996’da kendi adını taşıyan ve Ajda ’93 albümüne benzer eksenli bir albüm yayımlayarak asıl savaşması gereken cepheden biraz daha uzaklaşıyordu. Bu yapımın ardından Ajda Pekkan’ın artık eski şarkıları ve bu şarkıların değişik kombinasyonlarda, envayi çeşit düzenlemeyle yer aldığı nostaljik albümlerle var olduğu ya da var olmayı seçtiği bir dönem başladı. Bu dönemin sonunda Ajda Pekkan bir kez daha gömlek değiştirerek artık yeni milenyumun Demet Akalın, Bengü ve Serdar Ortaç gibi yıldızlarını da görmezden gelmeyen, mutfak tezgahında her nabza hitap edecek çeşitlilikte renk renk şerbet kokteylleri bulunduran, hem kendisine hem herkese hem de hiçbirine benze(me)yen bir “disko süperstarı” oldu.
Tüm bu hengamenin ardından bu 19 yıllık Ajda Pekkan albümü Seni Seçtim bir başka anlam kazanıyor sanki. Bu albümün getirdikleriyle birlikte Ajda Pekkan iddia edilenin aksine “seni” değil de bir başkasını seçti sanki. Vaktiyle bildiğimiz Ajda Pekkan’ın vaktiyle benimsediğimiz sesi, yorumu ve şarkı seçimleriyle son bir kez salındığı albümdü bu sanki. Hiçbiri değilse bile bir kapı eşiği.
Yıldız Tilbe | Hem kraliçeye hem krala küs, saray sürgünü.
Yıldız Tilbe benim bugününden en çok üzüntü duyduğum şarkıcılardan biri. Onun gibi niceleri bu kurtlar sofrasından az ya da çok hasarla, gönüllü ya da cebren ve hile ile ayrılırken o nedense ne içindeydi ne dışında, ama zararın da darbenin de alasını gördü.
Yıldız Tilbe’yi ilk olarak 1993’te Kanal 6’nın ülkenin şarkıcı yıldızlarına televizyon programı yaptırdığı bir dönemde sıranın Sezen Aksu’ya gelmesi vesilesiyle tanımıştık. Sezen Aksu’nun “show” programında Pedro Almodovar kadınları suratlı bir kadın Sezen Aksu’nun ümit vaat eden öğrencisi “Tilbe” olarak tanıtılıyor ve bu cılız kadıncağız Zülüf ve Yeter’i söylerken sesinin heybeti ve iddiasıyla ekranı dolduruyordu. O dakikalarda koca bir nesil Neşet Ertaş türküsü Zülüf ile tanışıyor, 1991’de Erol Evgin’in seslendirdiği Sezen Aksu şarkısı Yeter ise yıllar geçse de daha iyisini bulamayacağı o en çok yakıştığı gırtlak ile buluşuyordu. Ekranın diğer tarafındaki bizler de şarkı söylerken yüzü şekilden şekile giren bu “Tilbe” adlı kadının ne kadar “değişik” olduğunu hemen fark ediyorduk.
O akşamın ardından Yıldız Tilbe’den beklenen tıpkı akranları Aşkın Nur Yengi ve Sertab Erener gibi Sezen Aksu imzalı bir prodüksiyonla piyasaya ihtişamlı bir giriş yapmaktı. Lakin 1994’te Müzik Dergisi programında Şafak Karaman Yıldız Tilbe’nin Aydın Oskay imzalı Tempa Foneks etiketli Delikanlım adlı ilk albümünden haber veriyordu. Uzun zamandır yolunu gözlediğimiz bu yapım nihayet elimize geçtiğinde inanmaz gözlerle kartonetini ne kadar evirip çevirsek de hiçbir yerinde “Bu bir Sezen Aksu prodüksiyonudur.” kaşesini bulamıyorduk. Genelinde canlı enstrümanların pek kullanılmadığı ama o döneme göre farklı bir “sound” içeren bu albüm kötü bir kapak kompozisyonu ve Yıldız Tilbe’nin söz yazarı ve besteci yönüyle epey ucuza kotarılmışa benziyordu. Delikanlım derhal liste başı oldu, o günün koşullarıyla ekran Yıldız’a boyandı ve çarklar artık Yıldız Tilbe için dönüyordu. Hem de öyle bir hızla ki, bu cılız olduğu kadar talihli kızın her şey yolundayken “kraliçe” tarafından neden yalnız bırakıldığını düşünmeye bile fırsatımız olmuyordu. O yaz Romina ve Gülçin ikilisinin Kanal D’de yayımlanan Fıstıki Musiki adlı programında o Zülüf ve Yeter’i söylerken sanki biz 1993’te haşmetli Sezen Aksu’nun huzrunda şarkısını türküsünü seslendiren “Tilbe” ile yeniden tanışıyorduk.
Bu başarılı çıkışın ardından 1995 yazında yeni ama eskisini bucak bucak aratan bir albümle ve ilk zamanlarından çok daha “değişik” bir Yıldız Tilbe’yle karşılaştık. Yorumunda ve albümün genelinde “pavyon soundu” ve Ozan Doğulu’nun o gün itibariyle Yıldız Tilbe şarkılarına hiç gitmeyen düzenleme stili hakimdi. Tempa Foneks etiketli ve Dillere Destan adlı bu albüm adına yaraşır bir başarı gösteremedi. Dönemin Yıldız Tilbe aromasının bir numunesi konumundaki Vazgeçtim ve Tarkan imzalı Havalım dışında da bu albüm pek bir iz bırakmadı. Vazgeçtim’deki daha sonra Yıldız Tilbe’nin boğazına bir daha hiç çıkmamak üzere yapışacak olan gırtlak oyunları ve Havalım’ın ısmarlama şarkı abidesi olma durumu da cabası.
Dillere Destan albümü döneminde Yıldız Tilbe uyuşturucu bulundurmaktan dolayı önce karakolluk, daha sonra da medyatik oldu. “Değişik” hali ve içinde bulunduğu piyasanın “anlatılmaz, yaşanır” durumu nedeniyle değişen vehamette de olsa günümüze kadar sürecek olan bir yıpranış ve dejenerasyon dönemine girdi. Kendisini arka planı ya bir karakol girişi ya da bir mahkeme kapısı olan haberlerde görmeye alıştığımız günlerden birinde kendisine uzatılan mikrofonlara çığlık çığlığa Delikanlım’ı söylerken tüylerimi tekmili birden diken diken etmekle kalmıyor, aynı zamanda kendisine olan sempatimi de misliyle arttırıyordu. Benzer bir enstantanede Yıldız Tilbe’nin mikrofonlara “Adam öldürdüm adam!” diye haykırdığı rivayet olunur.
Alışılageldiği gibi 1996 yazı da yeni bir Yıldız Tilbe albümünü beraberinde getirdi. Bir Tempa Foneks yapımı olan Aşkperest albümü Okan Bayülgen’in o dönemde yayımlanan bir gece programında yeni şarkılarını ilk defa seslendiren durulmuş ve dinlenmiş bir Yıldız Tilbe’yle tanışmamıza da vesile oluyordu. Ardından verdiği halk konserinde önceki albümlerine (özellikle ikinci albümüne) nazaran çok daha iyi bir albümün söz konusu olduğunu anlıyorduk. Üç albüm de ele alındığında aynı formülün uygulandığı anlaşılsa da (bir damar hit, bir oynak hit, bir türkü: Delikanlım, Çal Oyna, Zülüf / Vazgeçtim, Havalım, Mühür Gözlüm / Dayan Yüreğim, Dili Ballım, Gönül Çalamazsın) Aşkperest albümünde gerek müzikal tercihleri gerekse piyasadaki duruşu ile Yıldız Tilbe kendini yeniden bulmuş gibiydi. Albümün kartoneti bize Marie Claire’den fırlamış gibi duran bir Yıldız Tilbe’nin resimlerini ve bana hep Sezen Aksu’yu anlatıyormuş gibi gelen “Devleri yakından gördüm, hepsi cüceydi cüce.” dizesini sunuyordu.
Aşkperest albümü dönemi belki o günün şartları belki de Yıldız Tilbe’nin şahsi performansı sayesinde kendisi için en verimli geçen dönemlerden biri oldu. Albümdeki hitlere çekilen klipler aracılığıyla kitlesinden uzak kalmadı ve bu dönem bir nevi günah çıkarma seansı olarak Yıldız Tilbe’nin kariyerindeki yerini aldı.
Yıldız Tilbe’nin İdobay macerasına atılması, yeni patronu İbrahim Tatlıses’in marifetiyle arabesk fantezi diye tabir edilen ne idügü bilinmez tarza bulanması ve benim elimi eteğimi kendisinden çekişim aynı tarihlere rastlar. 1998 model Yıldız Tilbe albümü Salla Gitsin Dertlerini hem yeni şarkılar hem de bilinen türküler ihtiva eden bir albümdü. Konsept yoksunu bu albümün müzik dünyasına en değerli yadigarı Havada Bulut Yok türküsü olmuştur ki, ağzı olanın söylediği bu türküyü bugüne kadar dahi Yıldız Tilbe’nin bu albümdeki yorumuna yakın kalitede bile duymuşluğum yoktur.
Hemen her albümünde olduğu gibi Salla Gitsin Dertlerini döneminde de Yıldız Tilbe kimi olaylara karışmaktan geri kalmadı ve bu alandaki kariyerinin zirvesine ulaşarak bir zamanlar huzruna “Tilbe” olarak çıktığı Sezen Aksu’yla beraber bir bar ortamındaki hadiseye imza attı. Adet olduğu üzere tekrar bir uyuşturucu macerası yaşayıp meraklı mikrofonlara “Salla gitsin dertlerini, kötü dünyanın gidişi!” diye haykırdı mı anımsayamıyorum ama sanırım bu hadiseden sonra Yıldız Tilbe’yi uzun süre ortalıkta göremedik. Bursa pavyonlarında karın tokluğuna şarkıcılık yaptığını duyduk sadece o kadar.
Tam umudumuzu yitirmiştik ki, 2001’in başlarında İstiklal Caddesi Yıldız Tilbe’nin Bin Dereden Su Getirsem Arınamazsın adlı, kariyerinin en uzun isimli ve en sevindirici hitiyle çınlamaya başladı. İdobay yapımı Gülüm adlı yeni albümünde Yıldız Tilbe sanki eski albümlerinden aldığı dersleri gözetiyor gibiydi. Her ne kadar Dillere Destan albümündeki pavyon yeniden inşa edilmiş olsa da oradaki işin birkaç gömlek üstünün icra edildiği ortadaydı. Aşkperest albümündeki müzisyen kadrosundan isimler de göze çarpıyordu. Türkü söyleme hususunda küçüklerine ablalık edecek, akranlarına örnek olacak, büyüklerini ise kıskandıracak konumdaki Yıldız Tilbe bir de türkü formunda bir hit üreterek hepimizi şaşırtıyordu. Bin Dereden Su Getirsem Arınamazsın sıcak türkü aromasıyla hit fakiri piyasayı ele geçiriyor, akabinde hepimizin gözü önünde bir mucize gerçekleşiyor ve “kral” etiketli Gülüm albümü bir nevi Aşkperest albümü tesiri göstererek Yıldız Tilbe’yi pavyon efsanelerinden yeniden İstanbul’a, müzik gündemine taşıyordu.
Hepimizle beraber Yıldız Tilbe de bu dönemle birlikte artık kişinin yarattığı skandal, attığı göbek, salladığı popo, kıvırdığı bel ve gösterdiği et kadar var olduğu bir buhran devrine girdi. Hiçbir vaatte bulunmayan görsel varlığından dolayı ve piyasanın en kaliteli seslerinden birine sahip olmasına rağmen müzik gündeminin sadece arka planı olabileceği bir çağ idi bu. Böyle bir atmosfere saldığı Haberi Olsun adlı 2002 tarihli albümünü bu yeni çağın artık iyice kemikleşmiş biraz arabesk biraz fantezi biraz da pavyon kokan Yıldız Tilbe tarzından muzdarip bir hit taşıyordu. Bu albüm Yıldız Tilbe diskografisinin alelade bir parçası olmaktan ziyade Yıldız Tilbe’ye bu devirde artık hangi şarkı sözleri, nasıl besteler, ne gibi gırtlak nağmeleri ve ne tarz düzenlemeler ile ayakta kalabileceği sırrını bahşeden bir yapımdı. Delikanlım’daki Yıldız Tilbe’yi hasretle anar olmuş, lakin Dillere Destan’daki Yıldız Tilbe’ye bile razı olacak durumdaki bir kısım müzikseverin defaatle hayal kırıklığına uğrayacağı bir dönemin kapısı aralanıyordu şimdi. Yıldız Tilbe’nin her ne olduysa artık bu piyasada “Tilbe” olarak barınamayacağına kani olacağı, modern sound ile bütün bağlarını koparıp çok kısa aralıklarla piyasaya birbirine çok benzeyen ama Tilbe’ye hiç benzemeyen çığlık çığlığa albümler sunarak görüş alanımızdan tamamen çıkacağı bir devirdi bu. Öyle bir devir ki, onu vaktiyle İzmir pavyonlarından İstanbul masalına taşıyan “kraliçe” masalın hemen ikinci sayfasından beri yaptığı gibi olan biteni sarayın yüksek pencerelerinden sükut ile seyreyleyecek, masalın Bursa pavyonlarında acı bir son bulmamış olmasını sadece kendi kudretine bağlayan “kral” da tahtının önünde diz çökmeye yanaşmayan Yıldız Tilbe’yi bir hışımla saraya adımını atmaktan men edecekti ve biz tüm bu olup biteni vaktiyle oturma odamıza Tilbe’yi getirmiş olan ekrandan artık yaşını başını almış gözlerimize inanamayarak izleyecektik.
Bu hayatın eğer gerçekten bir tokadı varsa Yıldız Tilbe de onunla en yakın teması gerçekleştiren insanlardan biri olsa gerek. Ailevi problemleri, bu camia içindeki sorunları, bir ara baş gösteren sağlık problemleri gibi kimi sille ile sanki tersine işleyen bir masalın bahtsız bir kahramanı. Kristal pabuç tam ayağına olacakken masalın ilk sayfasına dönen, hem kraliçeye hem krala küs, saray sürgünü. Kendisini ilk albümü yayımlandıktan sonra ilk kez 1994’te Gecenin Rengi programında görmüştüm. Saçlarını savura savura Sana Değer adlı şarkısını söylerken halbuki ne kadar mutlu görünüyordu. Sahi, masallar da zaten hep böyle bitmez miydi?